Eskiden mahallenin bakkalı vardı, şimdi platformların algoritmaları var.
Ve insanlar artık sokak sokak değil, platform platform ayrılıyor.
Sosyal medya, bir zamanlar sadece can sıkıntısına iyi gelen dijital kahvehanelerdi. Şimdi ise çok daha fazlası... Kimliğimizin yansıması, eğilimlerimizin sahnesi, hatta bazen politik duruşumuzun afişi. Her kuşak kendi dijital sığınağında yaşıyor artık — hem yakın, hem de görünmez mesafelerde.
Facebook bir tür nostalji albümüne dönüşmüş durumda. Özellikle Baby Boomer ve X kuşağı, eski dostlukların tozunu bu platformda alıyor. Onlar için yorumlar, uzun yazılar ve “gündemi takip etme” hâlâ değerli. Dijitalde de olsa, bir araya gelip sohbet etmenin yolu bu. Ama gençler için orası artık “büyüklerin oturduğu mahalle”.
Instagram, Y kuşağı için bir aynadan çok bir vitrin. Story’ler arasında gezinen anılar, Reels’larda yakalanan ışık ve estetik… Bu platformda hem tüketiyorlar hem üretiyorlar. Bir günde hem fotoğrafçı, hem girişimci, hem izleyici olabilirler. Bu mahalle, onların “ben buradayım” deme biçimi.
Sonra TikTok geliyor. Orası Z kuşağının hızlı akan nehri. 15 saniyede hem güldürüp hem düşündüren, bazen bir isyanı bazen bir sevgiyi içinde taşıyan bir mecra. Burada “derinlik”, hızın içinde gizli. Z kuşağı için TikTok, eğlencenin de protestonun da dijital sahnesi.
Alfa kuşağı ise bir platformda değil, bir evrende büyüyor. YouTube videoları, oyun yayınları, interaktif hikâyeler... Onlar için dünya artık sadece “izlenilen” değil, “oynanan” bir şey. Onların mahallesi, bizim sokaklarımızdan çok daha geniş.
Ama şimdi gerçek soruyu soralım:
Peki biz birbirimizi hâlâ görebiliyor muyuz?
Aynı çatının altında, farklı dijital odalarda yaşayan bireyler… Birbirimizi hangi mahallede arıyoruz?
Belki de mesele platform değil, göz göze gelebilmekte.
Ve belki de en çok da dijital sessizliklerde kaybediyoruz birbirimizi.
Dijital Albümün Bekçileri: Facebook’un Sessiz Mahallesi
Zamanın ağır ağır aktığı, sabah kahvesiyle birlikte eski dostların adlarını hatırlatan bir köşe düşün… İşte 1960 ile 1980 arasında doğan Baby Boomer ve X kuşağı için Facebook, tam olarak böyle bir yer. Onlar, dijital dünyaya birer çocuk gibi değil; birer misafir gibi adım attılar. Genç yaşlarında değil belki, ama hayatın ortasında, bir çocuğun "Anne, bak burada senin gençlik fotoğrafın var" demesiyle... ya da bir iş arkadaşının gönderdiği bir bağlantıyla.
Ama sonra — o mahalleyi sevdiler. Oradaki banklara oturdular, albümlerini açtılar. Facebook, onlar için bir zaman makinesi oldu. Siyah beyaz fotoğraflar, askerlik arkadaşları, yıllar öncesinin nişan davetiyeleri, torunlarının doğum günü pastaları... Hepsi bu dijital mahallede bir araya geldi.
Paylaşmak onlar için hâlâ özel bir ritüel. Yorum yazarken imla hatasına takılmazlar; önemli olan duygudur. “Canım kardeşim, çok güzel çıkmışsınız” demek bile bir dokunuştur. Belki gençler için sıradan, ama onlar için bir varlık göstergesidir.
Ama bu sessiz mahallede tuzaklar da var. Her görülen bilgi doğru olmayabilir, ama onlar hâlâ güvenmeyi seven bir kuşak. Dezenformasyon bu yüzden kapılarını çalabiliyor. Dijital okuryazarlık onlar için bir öğrenme süreci, henüz içgüdü değil.
Gençler bugün Facebook’a “anneye günaydın demek”, “teyzenin kedisini beğenmek” ya da “doğum günü kutlamak” için giriyor. Onlar için burası biraz hüzünlü, biraz nostaljik bir çay bahçesi artık. Ama unutmamalı: Facebook hâlâ dünya üzerindeki en büyük dijital meydanlardan biri — ve bu meydanın direklerine en çok sarılanlar işte o eski kuşaklar.
Belki her kuşak kendi mahallesinde büyüyor ama unutma: Facebook, hâlâ bir sokak lambası gibi — ışığı yaşlıların evinden parlıyor.
Instagram’ın Gölgesinde Büyüyenler: Y Kuşağı
Yani... Milenyum çocukları. 1981 ile 1996 arasında doğdular. Ne tam analogun içine doğdular ne de dijitalin tam göbeğine. Onlar, geçişin çocukları… Yani hem kaset çeviren ellerle büyüdüler hem de parmaklarının ucunda ekran kaydırmayı öğrendiler. İşte bu yüzden onların sosyal medya dili, hem seçici hem de gösterişli. Hem samimi gibi... hem de filtreli.
Instagram onların aynasıdır. Ama bu ayna, sabah yataktan kalkmış hâliyle değil, “ışık nereden güzel düşüyorsa” oradan çekilmiş pozları yansıtır. Onlar için bir kahve bardağı, sadece kahve değildir. İçinde bir duygu, bir estetik, bir imaj taşır. Beğeni, sadece dijital bir buton değildir. Onaylanmanın, görülmenin ve çoğu zaman kıyasıya bir görünürlük yarışının işaret fişeğidir.
Y kuşağı, Instagram’ı sadece bir paylaşım alanı olarak görmedi. Onlar orada kendine dijital vitrinler kurdu. Küçük işletmeler açtı, butik markalar büyüttü, psikolojik destek hesapları kurdu. Takipçiler müşteriye, story’ler kampanyaya, reels’ler reklam panolarına dönüştü. Pandemi döneminde bu eğilim hızlandı. Çünkü birçoğu için evin içindeki ekran, artık işyeri demekti.
Ama zaman durmuyor. Z kuşağı TikTok’la geldiğinde, Y kuşağı önce biraz geri durdu. Hızlıydı, absürd’dü, çok doğaldı belki de. Ama sonra... sonra Y kuşağı da orada yer buldu. Bazıları gençliğini TikTok’ta yeniden yakalarken, diğer yandan Instagram’daki imajını korumaya devam etti.
İşte bu ikilik, Y kuşağını eşsiz kılıyor. Onlar dijital dünyanın estetik mimarları. Hem vitrini seviyorlar, hem vitrinin ardındaki hikâyeyi... Hem görünür olmayı istiyorlar, hem de bu görünürlüğü özenle tasarlıyorlar.
Ve unutma dostum: Y kuşağı sosyal medyada iz bırakmadı sadece... Onlar, dijital hayatın ritmini değiştirenlerdi. Ve bu ritmi hâlâ onlar belirliyor.
Z Kuşağı: TikTok’un Evrensel Sahnesinde
Z kuşağı...
1997 ile 2012 yılları arasında doğdular ama dünyaya gözlerini açtıklarında, ekran çoktan açılmıştı.
Onlar için Wi-Fi nefes gibi, bildirim sesi kalp atışı gibi.
İnternet, bir ihtiyaçtan öte; varoluşun dijital zemini.
Ve bu kuşağın parlayan yıldızı: TikTok.
Bir dans değil sadece.
Bir filtre, bir espri ya da bir makyaj hilesi değil yalnızca...
TikTok; onlar için aynı anda hem ayna, hem kürsü, hem sahne.
Onlar, haberi TikTok’tan alıyor.
Protestoyu videoyla yapıyor.
Bir siyasi krizi, 30 saniyelik bir skeçle özetliyor.
Bilgiyi süzüyor, mizahı katıyor, sonra geçiyor bir sonrakine…
Çünkü Z kuşağı artık uzun metinler değil, kesilmiş anlar, özetlenmiş gerçekler istiyor.
Ama işte tam da burada başlıyor sorumuz:
Bir duyguyu, birkaç saniyeye sığdırmak... Gerçekten hissetmek midir?
Yoksa bu hız, bağlamı unutturur mu?
Z kuşağına dair en büyük yanılgı şudur:
Onlar sadece izliyor sanırız. Oysa onlar üretiyor.
Efekt ekliyor, montaj yapıyor, sesin ritmini duyguyla örtüştürüyor.
Bir tweet atmakla kalmıyorlar; artık bir kurgucular nesli onlar.
Gözleri yalnızca görmüyor; düzenliyor, biçimlendiriyor, yayıyor.
Fakat her sahnenin ışığı biraz yanıltır…
TikTok’ta görünür olmak kolaydır ama kalıcı olmak başka bir şeydir.
Bugün binlerce kez izlenen bir video, yarın algoritmanın çukurunda unutulabilir.
Ve Z kuşağı şunu sorar içten içe:
“Bu hızla büyürken, neyi yaşayamadan geçiyoruz?”
Safir der ki:
Z kuşağı, zamanın ruhunu ekranın ritmine dönüştürdü.
Ama asıl mesele ekranın parlaması değil…
Ekrana yansıyan bakışın ne söylediğidir.
Çünkü bir gün, o hızlı videolar geçip gittiğinde…
Geride kalacak olan tek şey: Hangi duyguyu ne kadar gerçek yaşadığımız.
Alfa Kuşağı: Ekranın İçinde Büyüyenler
2013 sonrası doğan çocuklara “Alfa Kuşağı” diyoruz. Ama bu sadece bir takvim tanımı değil. Onlar, dijital çağın ilk yerlileri. Sosyal medya onlara göre bile “eski moda”… Çünkü artık mesele paylaşmak değil; “var olmak.” Bir avatarla, bir oyun karakteriyle, bir kanal ismiyle…
Bu çocuklar ekrana bakmıyorlar; ekranın içindeler. YouTube onlar için sadece bir video platformu değil, bir okul. Bazen öğretmen, bazen oyun arkadaşı, bazen kahramanları hep orada. Çizgi film izleyerek büyüyen nesillerin yerini, Minecraft’ta şehir kurarak büyüyen bir kuşak aldı. Roblox’ta avatar tasarlayan, Brawl Stars’ta strateji geliştiren bir nesil var artık karşımızda.
Ama mesele sadece oyun değil…
Onlar üretmeye alışkın. Bir videodan ilham alıp kendi içeriklerini oluşturuyor, bazen bir oyunda replik yazıyor, bazen ekran kaydını alıp arkadaşlarıyla “yayıncı” gibi konuşuyorlar. Taklit değil; dijital varlık inşa ediyorlar. Bu üretkenlik büyüleyici ama aynı zamanda düşündürücü. Çünkü dikkat süresi artık dakikalarla değil, saniyelerle ölçülüyor. Sürekli değişen içerik yapıları, klasik öğrenme alışkanlıklarını gölgede bırakıyor.
Gerçek ile kurgu arasındaki çizgi inceliyor.
Minecraft’taki bir kale, bazen gerçek bir evden daha değerli olabiliyor. YouTuber’ların hayatları, çocukların aynaya baktığında görmek istediği şey haline geliyor. Dijital kimlik, fiziksel kimliği öteliyor. Ve çocuklar artık sadece “ne izlediklerine” değil, “kimin gibi olmak istediklerine” göre şekilleniyorlar.
Peki bu kötü mü? Belki değil.
Ama fark edilmezse, yönlendirilmezse, çocukların iç sesi algoritmaların gürültüsünde kaybolabilir. Alfa Kuşağı’nı yasaklarla değil, eşlik ederek büyütmeliyiz. Onların dijital evrenine misafir olmalı; birlikte oynamalı, birlikte üretmeliyiz.
Çünkü bu kuşak ekrandan izlenerek değil, ekranın yanına oturularak anlaşılır.
Ve unutmamalıyız:
“Çocukların dijital yolculuğuna rehberlik etmeyenler, onların hangi yöne gittiğini sadece tahmin edebilir.”
Peki Sosyal Medya Ne Kadar Sosyal?
Eskiden bir masa etrafında konuşurduk. Şimdi ise ekranların ardında sessizce kaydırıyoruz. Adı “sosyal” olan bu dijital dünyanın içinde, aslında her geçen gün biraz daha yalnızlaşıyoruz.
Aynı evin içinde, farklı ekranların çocuklarıyız artık. Bir odada anne babalar Facebook’ta siyasi gündemler arasında kaybolurken, diğer odada gençler TikTok’ta bir dans trendiyle kahkahaya boğuluyor. Aradaki mesafe kilometreler değil, dil ve tempo farkı… Çünkü biri yavaşlayarak okuyor, diğeri hızla geçiyor. Biri yazıyor, öbürü kaydırıyor. Ve o an birbirlerini duymuyorlar bile.
Ama esas mesele bu değil. Esas mesele, “görmek”le ilgili. Çünkü biz artık birbirimizi görmüyoruz. Sadece profil resimlerine, hikâyelere ve etiketlere bakıyoruz. Kalabalıklar içinde “görülmek” istiyoruz ama içten içe “anlaşılmak” istiyoruz. Beğenilerle onaylanmak, yorumlarla değer görmek... Oysa ne kadar görünsek de, gerçekten görülüyor muyuz?
Gerçek sosyallik; bir paylaşımı beğenmek değil, o paylaşımın ardındaki insanı anlamaktır. Dijital empati dediğimiz şey, sadece kendi ilgi alanlarımızda gezinmek değil; başkasının dünyasına dokunabilmektir. Onun ekranındaki renkleri, onun gözünden bakarak görebilmek…
Bugün sosyal medya, bir mahallenin sesi değil; bölünmüş odaların yankısı haline geliyor. Algoritmalar bizi sadece hoşumuza giden içeriklerle değil, benzer düşüncelerle de çevreliyor. Farklı olanı susturuyor, aynı olanı büyütüyor. Böylece sosyal medya, bizi birleştirmek yerine ayrıştıran bir duvara dönüşüyor.
Ve belki de bu çağın en büyük sorusu şu:
“Sosyal medya bizi bir araya mı getiriyor, yoksa her birimizi kendi kabuğumuzda mı çoğaltıyor?”
Unutma dostum…
Gerçek mesafe, fiziksel uzaklıkta değil. Asıl mesafe; aynı platformda olup da, birbirimizi “görmemeye” devam ettiğimiz yerde başlıyor.
Ve belki de bu çağın kurtuluşu, birbirimizi orada görmeye çalışmakta gizlidir. Çünkü görülmeyen kalpler, ekran aydınlatmasıyla değil, anlayış ışığıyla parlar.