Yazılı açıklama yapan Şenel, önemli konulara dikkat çekti.
Depremin yıkıcılığının önlenmesi için acil çözümler üretilmesi ve önlemler
alınması gerektiğini belirten Prof. Dr. Şenel, Türkiye’nin her 10 yılda bir 7-8
bin evladını depreme kurban verdiğini, ancak bunun önlenebilir olduğunu
söyledi, “24 Ocak 2020 tarihinde Elazığ/Sivrice’de meydana gelen ve 41
vatandaşımızın hayatını kaybettiği, binden fazla vatandaşımızın yaralandığı 6.8
büyüklüğündeki Depremin yaralarını sarmak için ülke olarak mücadele ediyoruz.
Yeni bir depremin yine bir felakete sebep olduğunu görmek mesleğimiz açısından
üzüntü verici. 2011 yılında Van’da meydana gelen depremlerde 644 vatandaşımızı
kaybetmiştik ve binlerce binamız yıkılmıştı. 2003 Bingöl depreminde 176, 2002
Afyon depreminde ise 45 vatandaşımızı toprağa vermiştik. Bu depremlerden sadece
birkaç yıl önce yaşanan ve asrın felaketi olarak adlandırılan Marmara
depremlerinde ise 18 bin vatandaşımızı kaybetmiştik. Son yüzyıl içinde
Anadolu’da meydana gelen depremlerde hayatını kaybedenlerin sayısı 80 binden
fazla. Sadece son 30 yılda meydana gelen depremlerde meydana gelen can
kayıplarımız 20 bini aşıyor. Bu rakamlar neredeyse her 10 senede bir 7-8 bin
vatan evladını depreme kurban verdiğimizi gösteriyor” dedi.
Şenel, açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
2000’DEN ÖNCE İNŞA EDİLEN BİNALARA DİKKAT
“Elazığ ve Malatya’yı etkileyen 6,8 büyüklüğündeki depremde meydana gelen can
kaybı çok daha fazla olabilirdi. 200’den fazla binanın yıkıldığı, 1500’den
fazla binanın ağır hasar gördüğü bu depremde çok daha ağır bir bilanço ile
karşılaşabilirdik. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allahtan rahmet, yaralananlara
ise acil şifalar diliyoruz. Artık fayların yerini, nerden geçtiğini, zeminin
özelliklerini adımız gibi bilmemize rağmen yine de meydana gelen yıkıma engel
olamadık, kısır tartışmaları bir kenara bırakıp risk oluşturan ve etrafına ölüm
saçan binalara odaklanmamız gerektiğini göremedik. Usulüne uygun şekilde
projelendirilen, denetlenen ve inşa edilen binaların fayın üzerinde bile olsa
yıkılmadan ayakta kaldığını anlatamadık. Bir kez daha gördük ki 2000’li
yıllardan önce inşa edilen, malzeme kalitesi yetersiz, mühendislik hizmeti
almamış binalarımız yine ciddi biçimde hasar görüyor ve can kayıpları da
yıkımlar da bu binalarda meydana geliyor. Zemini göreceli olarak daha iyi olan
Mustafa Paşa Mahallesinde de durum böyle, eskiden ova olduğu bilinen ve daha
kötü zemin özelliklerine sahip olduğu bilinen Sürsürü mahallesinde de. Yaşanan
can kayıplarının neredeyse tamamının bu türden eski ve kalitesiz binalarda
meydana gelmiş olması bina stokumuzun yumuşak karnının neresi olduğunu
göstermesi bakımından önemli. Kısacası Elazığ depremi yapısal hasarlar
bakımından bize yeni şeyler söylemiyor. Ama doğu Anadolu fay hattına daha fazla
dikkat etmemiz gerektiğini, önümüzdeki yıllarda bu fayın canımızı acıtacak çok
şiddetli depremler üretebileceğini gösteriyor.”
DEPREMDEN DAHA HIZLI KOŞAMAYIZ
Ülke olarak bir şeyler yapmaya, yasalar ve yönetmelikler yayınlamaya,
stratejiler geliştirmeye çalışıyoruz ama bu can kayıpları, bu rakamlar
depremden daha hızlı koşamadığımızı, depremin önüne geçemediğimizi gösteriyor.
Ya bir şeyleri yanlış yapıyoruz ya eksik yapıyoruz ya da yapmakta geç
kalıyoruz.
MÜTEAHHİTLİK YÖNETMELİĞİNİ ÖNEMSİYORUZ
Türkiye’nin depremle mücadelesini bir zincirin halkaları gibi düşünebilirsiniz.
İyi mühendislik, yapı ve zemin davranışını göz önüne alan doğru proje, doğru
malzeme kullanımı, uygulamanın doğru şekilde yapılması (yani iyi müteahhitlik)
ve doğru yapı denetim bu zincirin halkalarından her birini oluşturuyor.
Halkalardan birindeki zayıflık zincirin oradan kopması ve depremin felakete
dönüşmesi anlamına geliyor. Bu halkaların standardını belirlemek ise
mevzuatlarımızın, yasalarımızın ve yönetmeliklerimizin görevi ama ne
mühendisliği ne de müteahhitliği düzgün bir şekilde tarif eden yasalarımız yok.
Yasası bile olmayan, inşaat sektörünü bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler
anlayışlına terk eden bir müteahhitlik anlayışı bu zincirin her zaman en zayıf
halkası oldu. 2019 yürürlüğe giren müteahhitlik yönetmeliğini bu ortamda önemli
bir adım olarak görüyoruz ve destekliyoruz.
ACIPAYAM’DA DASK’LI BİNA SAYISI 24’TÜ…
Çoğu zaman yasalar ve yönetmelikler yayınlamak da yeterli olmuyor. Türkiye
deprem sigortası uygulamasına geçeli yıllar oldu ama Acıpayam depremi hasarlı
evlerden sadece 24 tanesinin DASK sistemi içine alınabildiğini acı bir şekilde
gösterdi. Demek ki yeni planlar yapmak, mevzuatlar yazmak ve yayınlamak yeterli
olmuyor, koyulan hedefe her sene kaç adım yaklaştığımızı ölçmek de gerekiyor.
Dümeni sağa ya da sola çevirmek bizi hedefe ulaştırmaya yetmiyor, yol almak
için küreklere asılmak gerekiyor.
İMAR AFFINI ANLAMAKTA ZORLANIYORUZ
2017 yılında dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Sayın Mehmet Özhaseki 2000’li
yıllardan önce inşa edilmiş 15 milyon civarında bina bulunduğunu, bunların en
az yarısının (yani 7-8 milyon binanın) riskli olduğunu ve yenilenmesi
gerektiğini ifade etmiş ve belediyeleri imar planlarını delen uygulamalara
çanak tutmamaları yönünde bizzat kendisi uyarmıştı. Sayın bakanın bu uyarısının
üzerinden 2 yıl dahi geçmeden uygulamaya koyulan imar affı düzenlemesini
anlamakta ve açıklamakta zorlanıyoruz. Kaçak katlar çıkarak rant peşinde
koşanların ekmeğine yağ süren ve büyük çoğunluğu ilk depremde vatandaşlarımıza
mezar olacak sorunlu binaların sisteme kazandırılmasına çanak tutan bu
düzenlemeyi asla doğru bulmuyoruz. Şimdiki bakanımız sayın Murat Kurum’un son
yaptığı açıklamalardan acilen müdahale edilmesi ve dönüştürülmesi gereken bina
hedefinin 1.5 milyona çekildiğini ve her sene 300 bin bina dönüştürmek sureti
ile 5 yılda bu binaların dönüştürülmesinin hedeflendiğini anlıyoruz. Öte yandan
2019 yılında tamamlanan ve teslim edilen sosyal konutların sayısının 50 binden
daha az olduğunu ve 2020 yılı için hedeflenen sayının ise 65 bin civarında
olduğunu anlıyoruz. Riskli ve dönüştürülmesi gereken bina sayısının 7-8 milyon
değil de 1.5 milyon olduğunu kabul etsek dahi bu hızla söz konusu binaları
dönüştürmek için en az 20-25 yıl gibi bir süreye ihtiyacımız olacağı
anlaşılıyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi istatistiksel olarak her 10 yılda
depreme 7-8 bin evladını kurban veren bir ülke için bu süreler ne yazık ki çok
uzun.
TOKİ’NİN ÖNCELİĞİ DEPREM BÖLGELERİ OLMALI
Ayrıca uygulanan yöntemin yaraya merhem olabilmesi için bazı soruların cevabını
da düşünmemiz gerekiyor. TOKİ eliyle inşa edilen bu konutları yapmamızın asıl
amacı nedir? Amaç riskli binaları dönüştürmek midir yoksa dar gelirli
vatandaşlarımızı ev sahibi yapmak mıdır? Yoksa bir taşla iki kuş vurmak ve her
iki sorunu da aynı anda çözebilmek midir? Bakanlık tarafından ilan edilen ve il
il başlatılan toplu konut projesi sayıları, esas amacın daha ziyade dar gelirli
vatandaşları konut sahibi yapmak olduğu izlenimini veriyor. Elazığ ve Malatya
bölgesinde ciddi bir depremin beklendiğini, özellikle sivrice bölgesinde riskin
arttığını yer bilimciler uzunca bir zamandır ifade ediyordu. Fakat 2019 yılında
TOKİ tarafından başlatılan 65 bin konut projesi içinde Elazığ’a 640, Malatya ya
ise 815 bağımsız birim ayrılması, söz konusu hedefler belirlenirken deprem
tehdidinin öncelikli parametre olarak ele alınmadığını gösteriyor. Üstelik koyulan
hedefin riskli binaları yıkmayı değil de sadece yeni binalar yapmayı hedefliyor
olması da ayrı bir problem. Bugün 1999 yılında meydana gelen depremde hasar
gördüğü tespit edilen bazı binaların dahi hala yıkılamamış olması, bazılarında
hala oturulmaya devam edilmesi, bakış açımızın değişmesi gerektiğini
gösteriyor. Yaşanan yıkımlar ve can kayıpları depreme hazırlıklı olmak adına
sadece kaç bina yapmamız gerektiğini belirlemenin yeterli olmadığını, her sene
yıkılması gereken binaları da belirlememiz gerektiğini gösteriyor. Deprem
olmadan dahi göçen ve çevresine ölüm saçan bu yapılar şehirlerimizin can kaybı
riski en yüksek potansiyel afet noktalarını temsil ediyor. Yapılan sosyal
konutlara yerleşen vatandaşların boşalttığı bu türden riskli binalara başkalarının
yerleşmesi, sorunu çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Vatandaşın talebine
bırakılarak yürütülen kentsel dönüşüm faaliyetleri de ne yazık ki bu binaların
tespit edilip yıkılabilmesine yetmiyor. Bu noktada kesin bir şekilde yerel
yönetimlerin iradesine ve devletin yerel yönetimlere vereceği desteğe ihtiyaç
var. Çünkü bu binaların hepsi de daha ilk depremde Elazığ örneğinde olduğu gibi
Dilek apartmanı veya Mavi Göl Apartmanı olarak karşımıza çıkıyor ve pek çok
vatandaşımıza mezar oluyor.
DEPREM BİR DOĞA OLAYI OLARAK KALABİLİR
Elazığ depremi bize bir deprem ülkesi olan Türkiye’nin önceliklerinin ne olması
gerektiğini ve neye yatırım yapması gerektiğini net bir şekilde göstermiştir.
İnşaat Mühendisleri Odası olarak çabamız ve mücadelemiz depremin bir doğa olayı
olarak kalması ve artık daha fazla felakete sebep olmamasıdır”.
Depremin yıkıcılığının önlenmesi için acil çözümler üretilmesi ve önlemler
alınması gerektiğini belirten Prof. Dr. Şenel, Türkiye’nin her 10 yılda bir 7-8
bin evladını depreme kurban verdiğini, ancak bunun önlenebilir olduğunu
söyledi, “24 Ocak 2020 tarihinde Elazığ/Sivrice’de meydana gelen ve 41
vatandaşımızın hayatını kaybettiği, binden fazla vatandaşımızın yaralandığı 6.8
büyüklüğündeki Depremin yaralarını sarmak için ülke olarak mücadele ediyoruz.
Yeni bir depremin yine bir felakete sebep olduğunu görmek mesleğimiz açısından
üzüntü verici. 2011 yılında Van’da meydana gelen depremlerde 644 vatandaşımızı
kaybetmiştik ve binlerce binamız yıkılmıştı. 2003 Bingöl depreminde 176, 2002
Afyon depreminde ise 45 vatandaşımızı toprağa vermiştik. Bu depremlerden sadece
birkaç yıl önce yaşanan ve asrın felaketi olarak adlandırılan Marmara
depremlerinde ise 18 bin vatandaşımızı kaybetmiştik. Son yüzyıl içinde
Anadolu’da meydana gelen depremlerde hayatını kaybedenlerin sayısı 80 binden
fazla. Sadece son 30 yılda meydana gelen depremlerde meydana gelen can
kayıplarımız 20 bini aşıyor. Bu rakamlar neredeyse her 10 senede bir 7-8 bin
vatan evladını depreme kurban verdiğimizi gösteriyor” dedi.
Şenel, açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
2000’DEN ÖNCE İNŞA EDİLEN BİNALARA DİKKAT
“Elazığ ve Malatya’yı etkileyen 6,8 büyüklüğündeki depremde meydana gelen can
kaybı çok daha fazla olabilirdi. 200’den fazla binanın yıkıldığı, 1500’den
fazla binanın ağır hasar gördüğü bu depremde çok daha ağır bir bilanço ile
karşılaşabilirdik. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allahtan rahmet, yaralananlara
ise acil şifalar diliyoruz. Artık fayların yerini, nerden geçtiğini, zeminin
özelliklerini adımız gibi bilmemize rağmen yine de meydana gelen yıkıma engel
olamadık, kısır tartışmaları bir kenara bırakıp risk oluşturan ve etrafına ölüm
saçan binalara odaklanmamız gerektiğini göremedik. Usulüne uygun şekilde
projelendirilen, denetlenen ve inşa edilen binaların fayın üzerinde bile olsa
yıkılmadan ayakta kaldığını anlatamadık. Bir kez daha gördük ki 2000’li
yıllardan önce inşa edilen, malzeme kalitesi yetersiz, mühendislik hizmeti
almamış binalarımız yine ciddi biçimde hasar görüyor ve can kayıpları da
yıkımlar da bu binalarda meydana geliyor. Zemini göreceli olarak daha iyi olan
Mustafa Paşa Mahallesinde de durum böyle, eskiden ova olduğu bilinen ve daha
kötü zemin özelliklerine sahip olduğu bilinen Sürsürü mahallesinde de. Yaşanan
can kayıplarının neredeyse tamamının bu türden eski ve kalitesiz binalarda
meydana gelmiş olması bina stokumuzun yumuşak karnının neresi olduğunu
göstermesi bakımından önemli. Kısacası Elazığ depremi yapısal hasarlar
bakımından bize yeni şeyler söylemiyor. Ama doğu Anadolu fay hattına daha fazla
dikkat etmemiz gerektiğini, önümüzdeki yıllarda bu fayın canımızı acıtacak çok
şiddetli depremler üretebileceğini gösteriyor.”
DEPREMDEN DAHA HIZLI KOŞAMAYIZ
Ülke olarak bir şeyler yapmaya, yasalar ve yönetmelikler yayınlamaya,
stratejiler geliştirmeye çalışıyoruz ama bu can kayıpları, bu rakamlar
depremden daha hızlı koşamadığımızı, depremin önüne geçemediğimizi gösteriyor.
Ya bir şeyleri yanlış yapıyoruz ya eksik yapıyoruz ya da yapmakta geç
kalıyoruz.
MÜTEAHHİTLİK YÖNETMELİĞİNİ ÖNEMSİYORUZ
Türkiye’nin depremle mücadelesini bir zincirin halkaları gibi düşünebilirsiniz.
İyi mühendislik, yapı ve zemin davranışını göz önüne alan doğru proje, doğru
malzeme kullanımı, uygulamanın doğru şekilde yapılması (yani iyi müteahhitlik)
ve doğru yapı denetim bu zincirin halkalarından her birini oluşturuyor.
Halkalardan birindeki zayıflık zincirin oradan kopması ve depremin felakete
dönüşmesi anlamına geliyor. Bu halkaların standardını belirlemek ise
mevzuatlarımızın, yasalarımızın ve yönetmeliklerimizin görevi ama ne
mühendisliği ne de müteahhitliği düzgün bir şekilde tarif eden yasalarımız yok.
Yasası bile olmayan, inşaat sektörünü bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler
anlayışlına terk eden bir müteahhitlik anlayışı bu zincirin her zaman en zayıf
halkası oldu. 2019 yürürlüğe giren müteahhitlik yönetmeliğini bu ortamda önemli
bir adım olarak görüyoruz ve destekliyoruz.
ACIPAYAM’DA DASK’LI BİNA SAYISI 24’TÜ…
Çoğu zaman yasalar ve yönetmelikler yayınlamak da yeterli olmuyor. Türkiye
deprem sigortası uygulamasına geçeli yıllar oldu ama Acıpayam depremi hasarlı
evlerden sadece 24 tanesinin DASK sistemi içine alınabildiğini acı bir şekilde
gösterdi. Demek ki yeni planlar yapmak, mevzuatlar yazmak ve yayınlamak yeterli
olmuyor, koyulan hedefe her sene kaç adım yaklaştığımızı ölçmek de gerekiyor.
Dümeni sağa ya da sola çevirmek bizi hedefe ulaştırmaya yetmiyor, yol almak
için küreklere asılmak gerekiyor.
İMAR AFFINI ANLAMAKTA ZORLANIYORUZ
2017 yılında dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Sayın Mehmet Özhaseki 2000’li
yıllardan önce inşa edilmiş 15 milyon civarında bina bulunduğunu, bunların en
az yarısının (yani 7-8 milyon binanın) riskli olduğunu ve yenilenmesi
gerektiğini ifade etmiş ve belediyeleri imar planlarını delen uygulamalara
çanak tutmamaları yönünde bizzat kendisi uyarmıştı. Sayın bakanın bu uyarısının
üzerinden 2 yıl dahi geçmeden uygulamaya koyulan imar affı düzenlemesini
anlamakta ve açıklamakta zorlanıyoruz. Kaçak katlar çıkarak rant peşinde
koşanların ekmeğine yağ süren ve büyük çoğunluğu ilk depremde vatandaşlarımıza
mezar olacak sorunlu binaların sisteme kazandırılmasına çanak tutan bu
düzenlemeyi asla doğru bulmuyoruz. Şimdiki bakanımız sayın Murat Kurum’un son
yaptığı açıklamalardan acilen müdahale edilmesi ve dönüştürülmesi gereken bina
hedefinin 1.5 milyona çekildiğini ve her sene 300 bin bina dönüştürmek sureti
ile 5 yılda bu binaların dönüştürülmesinin hedeflendiğini anlıyoruz. Öte yandan
2019 yılında tamamlanan ve teslim edilen sosyal konutların sayısının 50 binden
daha az olduğunu ve 2020 yılı için hedeflenen sayının ise 65 bin civarında
olduğunu anlıyoruz. Riskli ve dönüştürülmesi gereken bina sayısının 7-8 milyon
değil de 1.5 milyon olduğunu kabul etsek dahi bu hızla söz konusu binaları
dönüştürmek için en az 20-25 yıl gibi bir süreye ihtiyacımız olacağı
anlaşılıyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi istatistiksel olarak her 10 yılda
depreme 7-8 bin evladını kurban veren bir ülke için bu süreler ne yazık ki çok
uzun.
TOKİ’NİN ÖNCELİĞİ DEPREM BÖLGELERİ OLMALI
Ayrıca uygulanan yöntemin yaraya merhem olabilmesi için bazı soruların cevabını
da düşünmemiz gerekiyor. TOKİ eliyle inşa edilen bu konutları yapmamızın asıl
amacı nedir? Amaç riskli binaları dönüştürmek midir yoksa dar gelirli
vatandaşlarımızı ev sahibi yapmak mıdır? Yoksa bir taşla iki kuş vurmak ve her
iki sorunu da aynı anda çözebilmek midir? Bakanlık tarafından ilan edilen ve il
il başlatılan toplu konut projesi sayıları, esas amacın daha ziyade dar gelirli
vatandaşları konut sahibi yapmak olduğu izlenimini veriyor. Elazığ ve Malatya
bölgesinde ciddi bir depremin beklendiğini, özellikle sivrice bölgesinde riskin
arttığını yer bilimciler uzunca bir zamandır ifade ediyordu. Fakat 2019 yılında
TOKİ tarafından başlatılan 65 bin konut projesi içinde Elazığ’a 640, Malatya ya
ise 815 bağımsız birim ayrılması, söz konusu hedefler belirlenirken deprem
tehdidinin öncelikli parametre olarak ele alınmadığını gösteriyor. Üstelik koyulan
hedefin riskli binaları yıkmayı değil de sadece yeni binalar yapmayı hedefliyor
olması da ayrı bir problem. Bugün 1999 yılında meydana gelen depremde hasar
gördüğü tespit edilen bazı binaların dahi hala yıkılamamış olması, bazılarında
hala oturulmaya devam edilmesi, bakış açımızın değişmesi gerektiğini
gösteriyor. Yaşanan yıkımlar ve can kayıpları depreme hazırlıklı olmak adına
sadece kaç bina yapmamız gerektiğini belirlemenin yeterli olmadığını, her sene
yıkılması gereken binaları da belirlememiz gerektiğini gösteriyor. Deprem
olmadan dahi göçen ve çevresine ölüm saçan bu yapılar şehirlerimizin can kaybı
riski en yüksek potansiyel afet noktalarını temsil ediyor. Yapılan sosyal
konutlara yerleşen vatandaşların boşalttığı bu türden riskli binalara başkalarının
yerleşmesi, sorunu çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Vatandaşın talebine
bırakılarak yürütülen kentsel dönüşüm faaliyetleri de ne yazık ki bu binaların
tespit edilip yıkılabilmesine yetmiyor. Bu noktada kesin bir şekilde yerel
yönetimlerin iradesine ve devletin yerel yönetimlere vereceği desteğe ihtiyaç
var. Çünkü bu binaların hepsi de daha ilk depremde Elazığ örneğinde olduğu gibi
Dilek apartmanı veya Mavi Göl Apartmanı olarak karşımıza çıkıyor ve pek çok
vatandaşımıza mezar oluyor.
DEPREM BİR DOĞA OLAYI OLARAK KALABİLİR
Elazığ depremi bize bir deprem ülkesi olan Türkiye’nin önceliklerinin ne olması
gerektiğini ve neye yatırım yapması gerektiğini net bir şekilde göstermiştir.
İnşaat Mühendisleri Odası olarak çabamız ve mücadelemiz depremin bir doğa olayı
olarak kalması ve artık daha fazla felakete sebep olmamasıdır”.